- Ertan Öznur -
1950'li senelerde Buca'ya intibak ettik. Babam Devlet Demiryolları'nda memur olduğu için burada, Kızılçullu denilen yerde bir ev aldık. İşçi muhiti olduğu için o trenler işçiyle dolu oluyordu. Herkes birbirini tanır ve selamlaşırdı. Yalnız günün yorgunluğuyla dönüşlerde fazla konuşulmazdı. Gidişlerde (insanlar) iş telaşıyla ilgili, talebeler ise okul konularında konuşarak giderdi. Sembol olarak üzüm, zeytin ve tütünün olduğu, cüzi miktarda insanın yaşadığı bir kentti. (Buca'nın) razakisi ayrı olur, sultanisi ayrı olur. Hatta Buldanoğlu'nun (?) bir üzüm bağı vardı ve o zaman (üzümü) eşeklerle götürürlerdi. Eşeklere küfeleri yüklerken küfeyi yükler ve ikinciyi almaya gittiklerinde biz çocuk olarak küfenin içini (yiyerek) boşaltırdık. Kabadayıların taksinin arkasına atını bağlayıp, taksiyle gittiklerini bilirim.
- Ferdi Eskigöçmen -
Buca'da doğdum. Babam futbolcuydu. Çeşitli yerlerde top oynadı. Ankaragücü'nde, Fenerbahçe'de ve çeşitli yerlerde top oynadı. Babamı kaybettiğimde bir yaşındaydım. Annemi de ufakken kaybettim. Bizi dayımız, Şoför Hafız Dayı büyüttü. O zamanlar Buca ikiye ayrılıyordu. Bir yukarı mahalle bir de aşağı mahalle diye ayrılıyordu. Heykel'den yukarısı yukarı mahalle, aşağısı ise aşağı mahalle diye geçiyordu. İki tane ilkokul: bir Çakabey bir de Umurbey vardı. Fransa Başbakanı (olan şahıs) da Çakabey'de okuyordu. Şirinyer'de de İngiliz Koleji (not 1) vardı, o da Adnan Menderes'in okuduğu okuldur. Yörük Ali'nin oğlu da Buca Ortaokulu'nda yatılı okuyordu. Bizde kalıyordu. Dayım da onun velisiydi. Yörük Ali ile çok anılarımız oldu. Dayım bir gün İzmir'den gelirken, Gürçeşme yolunda bunlara yaylım ateşi tutmuşlar. Yaylım ateşi sırasında Yörük Ali Efe, Hafız'a ''yürü yoksa seni de vururum yoksa hepimiz ölürüz!'' demiş. Tam gaz gitmişler. Yoldan gelirken Topal Zeki isminde Altınordulu bir futbolcuyu almışlar ve Şirinyer'de yaylım ateşi altında tam siper aşağı inerek vurulmaktan kurtulmuşlar. Yörük Ali Efe, ''Hafız sen şurada dur, bir-iki saat sonra geleceğim.'' demiş. Bir, iki saat sonra gelmiş, (yakaladıklarının) ellerini telle bağlamış ve Şirinyer'deki jandarma karakoluna teslim etmiş. Bucalılar tütün dizerlerdi, o zamanlar Dramalılar gelmişti ve tütün tarlaları vardı. O zamanlar tütün tarlaları boldu. Tütünleri sabahın erken saatlerinde eker ve sonra o tütünleri kargılara dizer ve kuruturlardı. O tarihlerde Yaylacık'ta meşhur efeler çıkardı. Yağlı güreşler yapılır ve atların üzerinde Böbrek Ali'ler, İsmo'lar gibi kişiler atların üzerinde cirit atarlardı. Hatta o kişiler geçerken, atlarının nallarından arnavut kaldırımlarından alev çıkardı. ''Daha iyi ben mi yoksa sen mi koşarsın?'' diye birbirlerine caka satarlardı. O zamanın ilk arabaları Şoför Hafız'da, Doğan Kantarcıoğlu'nda vardı. Mösyö Marsel diye biri vardı, Pamuk Mensucat'ın genel müdürüydü. Benzinci Alparslan Bey vardı. Alparslan Bey, Vali Rahmi Bey'in torunuydu. (not 2)
- Necmettin Topuzoğlu -
Buca'da doğdum. 1929 doğumluyum. Atatürk amcamın evine gelmiş. Dedem İstanbul'da bir hanım ile evlenmiş, o da Atatürk'ün akrabalarındanmış. Ufaktım, hayal meyal anlattıklarını hatırlıyorum.
- Doğan Kantarcıoğlu -
1931 yılında Göztepe'de doğdum. Babam astım hastalığı nedeniyle, doktorların tavsiyesiyle Buca'da oturma kararı almış ve eski adıyla Dutlu Sokak, şimdiki adıyla ise Barış Manço Sokağı olan bu sokağa 1931 yılında altı aylıkken gelmişim. Benim hatırladığım zamanki Buca, çok az nüfuslu ve Levanten denilen Fransız, İngiliz ve İtalyan asıllı yabancıların da oturduğu bir beldeydi. Bu beldeden, bugünkü Atatürk heykelinin bulunduğu meydandan, bugünkü adıyla Şirinyer, eski adıyla Kızılçullu'ya kadar hiç bir ev yoktu. Bir tek Avukat Baha Bey'in şimdiki belediyenin bulunduğu arazide bir köşkü vardı. Şirinyer'e kadar bütün Buca bağ ve bahçelikti. Nüfus benim bildiğim zamanda on bindi. Ulaşım yalnızca trenle oluyordu. Bir süre sonra rahmetli babam ve rahmetli amcam Buca'ya ilk otobüsü getirdiler. Alparslan Bey vardı. Babası Vali Rahmi Bey'dir. Alparslan Bey de burada oturuyordu. Hatta kendisinin üstten açılan Mercedes bir otomobili vardı. O otomobil de Buca'nın ilk otomobilidir. Ondan evvel Buca'da bir otomobil yoktu. (Buca'da) herkes ibadetini yapardı ve din konuşulmazdı. Müslüman olsun, Hıristiyan olsun ne arkadaşlar arasında, ne aileler arasında... Hıristiyanlar ve Müslümanlar gayet yakın arkadaştılar.
- Geza Dologh -
Bir yaşına kadar İstanbul'da yaşamışım, ondan sonra İzmir'e taşınmışlar. Çünkü babam İzmir'i biliyormuş, aşağı yukarı on, on beş sene İzmir'de yaşamış. Benim ciğerimde problem varmış, onun için Buca'ya gelmişler. Buca ile 1964-65'ten beri kopmuş vaziyetteyim. Buca'da bir verem sanatoryumu vardı. Ailem 81 metrelik rakımı dolayısıyla, ciğerleri hassas olan kişiler için çok iyi bir havaya sahip olan Buca'ya 1946 yılında yerleşmişler. Macar bir baba, Alman bir anne ve iki kardeş olarak Buca'ya yerleşmişiz. Buca'da ilk yerleştiğimiz ev hala duruyor ve 1956'ya kadar o evde yaşamışız. Ben Buca'ya Kızılçullu'dan toprak bir yoldan gidildiğini ve karşıdan bir vasıta geldiğinde bir tanesinin geriye gidip bir cebe girip, diğerinin geçtiği ve (yolun) tek şerit olduğu zamanı gayet iyi hatırlıyorum. İlk Buca'ya gelen otobüsü hatırlıyorum. Buca'da o zamanlar gayrimüslim kolonisi vardı. Bizim gibi sonradan gelen ve orada yaşayan Levantenler vardı. Mesela Corsini'ler, Sponza'lar... Kışın okula gider ve meşhur 5.18 treniyle Alsancak'tan dönerdik. O zaman Saint Joseph'te okuyorduk. O zaman küçüktük ancak ilginçtir ki bizi yalnız (olarak) trenle gönderiyorlardı. Ben kendimce (Buca'daki) üzümlere keçi memesi üzümü diyordum çünkü büyük, çekirdeksiz ve ısırdığın zaman ''kırt'' eden, çok güzel, beyaz bir üzümdü. Şimdiki Buca Cezaevi'nin yerinde hep bağlar vardı ve oraya bisikletle giderken annemden kaçak giderdik çünkü dünyanın öbür ucu gibiydi. Bucalılar mert, kabadayı ancak özü sözü doğru insanlardı. Sonradan göçlerle bu durum değişmeye başladı. O dönemde Buca'da çok polisiye olay olmazdı. Hırsızlık çok azdı, hiç duymazdık. İstasyon Caddesi'nde Böbrek Ali diye bir kasap vardı. Çiko'nun galiba akrabası oluyordu. Annelerimiz haftada bir gün bir otobüs tutardı ve o otobüsle Buca'dan arka yollardan Narlıdere'ye ya da İnciraltı'na denize gitmek bizim için çok hoştu. Kışın okulla (meşgul olur), yazın da Verem Savaş Hastanesi'nin yanında bulunan tenis kulübümüzde tenis oynardık. Abartır ve sabah 10'da başlayıp gece gün batıncaya kadar oynardık.
- Nesrin Kır -
Biz Bucalılar genelde Umurbey ve Çakabey ilkokullarından sonra Buca Ortaokulu'na giderdik. O zaman Buca'da lise yoktu, yalnız orta kısım vardı. Ortaokulu bitirdikten sonra kızlar İzmir Kız Lisesi'ni, erkekler ise Namık Kemal Lisesi, Atatürk Lisesi ya da Ticaret Lisesi'nden birini seçiyorlardı. Buca'da lise çok daha sonraki yıllarda açıldı. Liseyi bitirdikten sonra çeşitli sınavlara girip, çeşitli fakültelere giren arkadaşlarımız oldu. Bu arada Eğitim Enstitüsü'nün Buca'da açılmış olması gerek İzmir'de gerek de Buca'da eğitim almış olan bizlerin yani İzmirlilerin büyük bir şansı oldu. Benimle birlikte pek çok arkadaşımız burada okuma şansını elde ettik. O dönem iki yıldı ve iki bölüm vardı: edebiyat bölümü ve fen bölümü.
- Nesli Kır -
Ailem buraya, hem anne hem baba tarafı, 14 Şubat 1924'te Kavala'dan gelmişler, mübadil olarak buraya yerleşmişler. İkinci Dünya Harbi olduğu zaman Hasanağa Bahçesi'ne ve top sahasına İngilizler gelmiş. Top arabalarıyla falan. Hasanağa Bahçesi'ne çadırlar kurmuşlar. Ben bunları daha çok babamdan biliyorum, yalnız bunları gördük. Küçüktük ve ilkokula gidiyorduk top sahasına yerleşmişlerdi. Top sahası dediğim yer o zaman bomboştu.
- Mario Sponza -
1950 senesinde, ben iki yaşındayken Buca'ya taşındık. Taşınmamızın sebebi rahmetli Silvio abimin hastalığıydı. O zaman İzmir'de çocuk doktoru Selahattin Tekant'ın İkinci Beyler'de muayenesi vardı ve çocuk doktorlarından bir tanesiydi. Zayıf olduğu için anneme, babama tavsiyesi ''Buca'ya taşının, Silvio o zaman toparlar'' olmuş ve Buca'ya taşınmışız. Gittiğim yerde bir kule vardı. O kule halen duruyor. Şimdi her tarafı ev oldu. Oralara kadar çıkıp geliyordum. Boştu. Hiç bir şey yoktu. Şirinyer ile Buca arasında İşçievleri'nin inşa edildiğini hatırlıyorum. Hatta rahmetli babam 8 mm'lik bir film makinasıyla oranın inşaat halindeki filmlerini çekmişti. Kızıl, kırmızı bir toprak vardı ve balçık balçıktı. Boş olan tarlalarda bir sene tütün, bir sene buğday ekiyorlardı. Sebebi ise tütünün toprağı yormasıymış. Dinlensin diye buğday dikiyorlardı. Ben Saint Joseph'e giderken, kestirme olduğundan dolayı bu tarlaların arasında geçerdik. 7.35 memur treniyle giderdik. Buca'nın üzüm bayramı vardı. İptal oldu. İptal olmasının sebebi bağların artık çok çok azalması. Buca'nın futbol kulübünün amblemi üzüm salkımıdır fakat artık sadece nostaljide üzümden bahsediyoruz. Çok iyi hatırlıyorum, yazın Narlıdere'ye, Sahilevleri'ne, İnciraltı'na denize gidilirdi. İnciraltı'nda belediye plajı vardı. Buraya otobüsle gidiliyordu. Buca Heykel'den, Mösyö Icard'ların evinin karşısından otobüsle gidiliyordu. Otobüslerde de arkada kapı yoktu. Önde bir kapı ve otobüsün en gerisinde pencere kapısı gibi bir kapısı vardı. (Din konusunda) hiç bir zaman bir problem yaşamadık. Mesela paskalya zamanında ya da noel zamanında kiliseye giderdik. Kilisenin şu anki kapısı demirdir. Eskiden tahtaydı. Herhalde çürüdüğünden dolayı demire çevirdiler. Ve kapı kilitli değildi. Ayinler sırasında Türklerden de merak edip izleyenler olurdu. Her gün saat 12'de çanları çalarlardı.
Not 1: İngiliz değil, Amerikan Koleji'dir.
Not 2: Torunu değil, oğludur.
Söyleşiler Ege TV'deki ''Her Semt Bir Tarih'' isimli programda gerçekleştirilmiş olup, atalarimizintopraklari.com tarafından yazıya geçirilmiştir.
Kaynak: Ege TV, Her Semt Bir Tarih, Yönetmen ve Kurgu: Tanzer Güven, Kamera: Tanzer Güven, Ali Tunç Egemen