1914-1918 savaşıyla ile (1908 doğumluyum) ilgili ilk hatıralarım, annemin bahçemizin giriş kapısının yanındaki bakkalda bana savaş devam ettiği sürece şekerleme alamayacağımı söylemesiyle başlıyor. Ayrıca annemin savaştaki en kötü eksikliğin sabun olmaması dediğini hatırlıyorum, ben de böylece İkinci Dünya Savaşı başladığında sabun istiflemiştim. Başka bir anım da Türk savaş uçakları ile sonradan düşürülecek olan bir Britanya savaş uçağının havadaki kapışmasıyla ve sonrasında annemin ağlamasıyla ilgili.
Doğduğum ev, İzmir'in yakınında yer alan ve Britanyalıların yaşadığı iki köyden biri olan Buca'daydı. Diğeri ise Bornova'ydı. Çok eski zeytin ağaçlarından oluşan bir koruya sahip, müthiş bir bahçemiz vardı. Annem bahçeye çok düşkündü. Bahçemizin köşesinde konak (karakol) vardı ve savaş boyunca askeri hizmetten kaçmaya çalışan Rumlar orada dövülmüştü. Bu zavallı insanlar yüksek sesle bağırırlardı ve annem de ben sesleri duymayayım diye beni bahçenin öbür yanına gönderirdi. Bir keresinde bir gece, bir mahkum konağın duvarının altından kazarak bizim bahçemize kaçmıştı ve babam da kovalamaları duyarak bir gaz lambasıyla bahçeye çıkmış ve kendini birden bire kendisine silah doğrultmuş askerlerle sarılı bir şekilde bulmuştu. Neyse ki, sonrasında durumu açıklamış ve onlar da korku içerisinde kalmış olan kendisinin eve dönmesine izin vermişlerdi.
Zaman zaman polis, demiryolu istasyonunda Britanyalıları düşman oldukları gerekçesiyle tutuklar ve sonra da hapsederdi. Bundan dolayı da babam sık sık İzmir'deki itfaiye teşkilatının müdürü olduğunu (ki doğruydu) ve eğer kendisini hapse atarlarsa kentin bir günde yanacağını söylerdi. Onlar da onun gitmesine izin vermişlerdi. Yine de, babam dönüş yolunda yakalanmaktan korktuğu için Ispartalılar'ın rıhtımdaki görkemli evinin çatı katında saklanacaktı. Ispartalılar yaşlı ve zengin bir Ermeni çiftiydi. İzmir'de bir tane ve Buca'da da sera, gölet, heykel ve elbette üzüm bağlarıyla dolu çok büyük bir bahçeye sahip bir evleri vardı. Annesi ve babası boşandığı için onlarla beraber yaşayan torunları Bice ile gidip oynardım. Babam Ispartalılar'da saklanırken, annem evde çocuklar ve bir Rum hizmetli ile yalnız kalıyordu. Bir keresinde gösterişli bir şekilde giyinmiş bir Türk'ün bize doğru geldiğini gördük. Hizmetli ve arkadaşı aniden kendilerini öldürmeye geldiğini söyleyerek bağırmaya başladılar. Annem de kendilerini sakladı ve biz çocuklarıyla beraber verandaya çıkarak zayıf Türkçesiyle, adama ne istediğini sordu. Rumca konuşmadığı için ne istediğini anlamak güç olmuştu ama sonunda adamın tek istediğinin fesine tutuşturmak için verandadan biraz gül olduğunu anlamıştı. O da hızlıca biraz gül vermiş ve biz de rahatlamıştık.
1914-1918 savaşının sonunda Kut'ül Amare'den getirilen Britanyalı savaş esirleri İzmir'den memleketlerine geri gönderiliyordu. Çoğunda dizanteri vardı ve Türkler tarafından çok kötü muamele edilmişlerdi. Tenis partilerinde bir grup subayı ağırlamıştık. Tenisten sonra neden banyo yapamadıklarını anlayamadıklarını hatırlıyorum. Annem de onlara suyun kıt olduğunu ve tek ihtimalin bahçedeki kuyunun dibinde bulunan ve kovanın içine şişeleri yerleştirerek kuyuya indirdiğimiz ve buzdolabı niyetine kullandığımız sular olduğunu açıklamıştı. Bu durum onları caydırmamış, bir kaç kova su çekerek ve onları banyoya taşıyarak duşlarını almışlardı. Zavallı Tommy'ler bizim gibi ''nazik insanlar'' tarafından fazla misafir edilemeyeceklerdi. Onlara ve hastalara adam gibi bakan tek insanlar köyde çok başarılı olan ve Katolik hemşirelerden oluşan ''Petites Soeurs de Charitee'' isimli kuruluştu. Annem bu konudaki bazı endişelerini dile getirmişti. Hemşireler yaptıkları yararlı işler için para toplamak maksadıyla toplu şekilde gelirlerdi. O zamandan beri Katolik hemşireler hakkında iyi şeyler düşündüm.
Büyük büyükbabam John Theodore Walters küçük bir çiftçi ve Moravyalı bir tarikattan bir misyonerdi. Türkiye'ye Musevileri dönüştürmek için gönderilmişti (kendisi Almandı). İlk eşi Hıristiyanlığa dönüştürdüğü bir Çerkes kızıydı. Hıristiyanlara karşı gerçekleştirilen bir katliamda öldürülmüştü. Bir kızları vardı. Sonrasında yalnız kalacak, yeniden evlenmek isteyecek ancak Türkiye'de uygun durumda bir bayan olmadığı için bu gerçekleşmeyecekti. İskoçya'da evlenmemiş kızları bulunan bir din adamına başvurdu. İlk seçtiği tarafından reddedildi. Ancak, kız kardeşi olan Elizabeth Galloway kendisini kabul etti. Kendisi benim büyük büyükannem olur. Bu çift Buca'daki köylüler tarafından çok sevilir ve büyük saygı duyulurdu. Köyün yukarısında, sonrasında yandığını düşündüğüm çok büyük bir evde oturmuşlardı. Sonrasında Rum Kilisesi'nin yanında bulunan büyükannemin küçük evinin yakınındaki yolun aşağısında yaşadılar. İşin ilginci bu iki insanın da aynı gün hayatını kaybetmeleridir. Annemden bana kalan hatıra madalyonunun üzerinde böyle yazıyor. Savaş, cinayet ya da kaza olmadığı bilgisi dışında, bana herhangi bir açıklama yapılmadı. Bu çiftin altı çocuğu vardı. İki oğlan; biri Frederick, diğeri ise kötülüğe bulaşmış ve kendisinden bahsedilmeyen biri; dört kız Eugenia, Bella, Mary ve Margaret. Eugenia benim büyükannemdi ve Bella, Buca'daki evimizin yanında otururdu ve büyük evinde bir okul işletmişti.
Büyükannem, Georg Weber adındaki bir öğretmen ve amatör arkeolog ile evlendi. Adına rağmen kendisi bir Fransızdı ancak Fransa-Prusya Savaşı'ndan sonra kendi memleketi Almanya'ya geçtiği için Alman vatandaşlığı almıştı. Onu çok az hatırlıyorum. Sadece hasta şekilde kendisini sandalye ile desteklenirken ve yatakta yastık ile hatırlıyorum. Büyükbabamın iki çocuğu vardı; Berlin'de eğitim görmüş olan Theodore bir Alman'la evlendi ve tamamen Almanlaştı. Diğeri ise evliliği nedeniyle Britanyalı olan annem Emily Caroline.
Önceden dediğim gibi büyükbabam Francis McVittie tütün şirketindeki işinden dolayı Türkiye'ye gelmişti. Lancashire aksanlı toy bir delikanlı olan bu adam, büyükbabamın şirketini çok sevmişti ve kendisi de arkeolojiye meraklı olduğu için o zamanlar çok az keşfedilmiş olan Efes'te beraber kazılar yaptılar. Ne kadar iş yaparlarsa yapsınlar, bir sonraki mevsime kadar yaptıkları kazılar yeniden kum ile kaplanıyordu. Babam dünya ile çok bağlantısı olmayan anneme o zamanlar yardım etmeye başlamıştı. Kendisi hep annem sürekli nakış ile ilgilendiği için onun en çok gördüğü yerinin kafasının üstü olduğunu söylerdi. Bence yakınlaşmaları annemin org çaldığı ve babamın korosunda olduğu kilisenin yolunda başladı. Buca'daki kilise mezhep farkı gözetmeyen ve İngiliz Kilisesi olarak bilinen bir kiliseydi. Annemin ailesinin hepsi bu kilisenin avlusuna gömülüdür.
Babam ve annem Buca'daki küçük kilisede evlendiler. Düğünlerinden sonra kendilerinin sadece bir fotoğrafı var. Annem çok güzeldi. Açık ve akışkan bir malzemeden yapılma güzel bir kıyafeti vardı ve güller bulunan geniş bir Edward dönemi şapkası giymişti. Çok gösterişli bir düğünleri olduğunu sanmıyorum ancak annemin isimlerini hatırlayamadığım iki nedimesi olduğunu biliyorum. Balayına Korfu'ya gitmişler ve annem çok güzel bir yer olduğunu söylemişti.
Annem ve babam Buca'da çok hoş bir evde yaşadılar. Biz üç çocuğu da o evde doğduk. Tütün şirketinden ayrıldıktan sonra babam uzun bir süre işsiz kalmıştı. Sonunda İzmir'de İngiliz toplumunun talep ettiği ve İngiltere'den ithal edilen; mobilyadan, bisiklete, ayakkabıdan, çizgi romana kadar pek çok şeyin satıldığı büyük bir dükkan açtı. Camdan istediğim çizgi romanı almama izin verdiklerini hatırlıyorum. Ailemin üç çocuğu vardı. George Cunliffe McVittie, Wilfred Wolters McVittie ve ben Dora Elsie McVittie. Cunliffe ismi anneannemin büyükannesindendi, babam bana öyle dedi. Bence Elsie, babamın vefat eden en sevilen kız kardeşinin adıydı. Her zaman Jimmy olarak biliniyordu, neden bilmiyorum. Bu yüzden yıllarca Jimmy olarak adlandırıldım.
Buca'daki yaşamımız çok hoştu. Sadece sabah derslerimiz olurdu. Yazları öğleden sonraları kendi bahçemizdeki yarım yamalak kortumuzda tenis oynardık. Piknik ve eşek gezintileri sık yapılırdı. Anaokulu çağındayken çok sevdiğim Matmazel Adele ve sevmediğim Matmazel Marthe isminde dadılarım vardı. İkisi de İsviçreliydi. Ayrıca bana Longfellow’un Hiawatha'sını okuyan ve beni şiire ilgili hale getiren Katie Higginbotham vardı. Dadılar bana Fransız dikimi iplik işini, fistou'yu (?), ayrıca dantel yapımını, çay havlularını dikmeyi ve beyaz nakış işlemeyi öğretmişlerdi.
Yeteri kadar büyüdüğümde kardeşlerimle beraber İzmir'e Bay Fry'a trenle gitmeye başlamıştık. Kendisi İngiliz Kilisesi'nin vekiliydi ve sekiz kişi olan bize, istasyona yakın olan Punta'daki küçük bir odada dersler veriyordu. Bay Fry gibi çok yetenekli bir öğretmene sahip olduğumuz için çok şanslıydık ve kardeşlerimi üniversite standartlarındaki sınavlara sokuyordu. Yanımızda iki kız vardı. Babası demiryolunu işleten Maudi Elliot ve May Walker. Üç kişi daha vardı. Bay Fry'ın kızı Joan ve iki erkek; Buca'nın varlıklı ailelerinden olan Freddie Rees ve adını hatırlayamadığım bir Whittall. Üçü de biz üç kızdan daha küçüktü ve kardeşlerimden çok daha küçüklerdi. Bayan Fry çok yetenekli bir sanatçıydı. Bir sergide kendi yaptığı dans eden dervişlerin büyük bir resmini hatırlıyorum. Başka bir sanatçı, bir sulu boyacı olan Bayan Bliss idi ve bana resim dersleri verirdi. Kendisinin yaptığı ve evimizin yakınındaki Gordon'ların bahçesinde bulunan ve Byron'ın sözde bir yukarıya bir aşağıya gidip gelerek ''Childe Harold'' isimli eseri yarattığı selvili yolun resmi halen bende duruyor.
Babam, İskoçların olmasının bekleneceği gibi, kaba bir adamdı. Muhtemelen ilk yıllarındaki yoksulluktan sonra daha dikkatli davranmaya başlamıştı. Gençliğe ulaştıkça daha erkenci ve çapkın olmam gerekiyordu ve yaşlıları etkiliyor gibiydim. Hayranlarımdan biri, daha sonra devrim ve yangın sırasında İzmir'deki durumla yakından ilgilenen İngiliz konsolos yardımcısı Robert Urquhart idi. Bir diğeri, eski dadımın kardeşi Arthur Higginbotham'dı. Annem Arthur’u onaylamadı ve Katy’yi onaylamasına rağmen ebeveynlerinin “sıradan” olduğunu ve eğitim görmemiş olduğunu düşünüyordu. Arthur, Yunan köylülerle çok iyi geçinirdi. Sessiz ve hareketsiz olan kardeşim Wilfrid ile arkadaş olmuştu ve onu tepelerde atış yapmaya ve uzun yürüyüşlere götürürdü. Annem biraz kibirliydi ve Rum köylülerle karışmamamız gerektiğini düşünüyordu. Sevdiğim hizmetlimiz Kiriacoula ile fazla zaman geçirmeme izin vermezdi. Daha sonra kendisi devrim sırasında Türkler tarafından öldürülecekti.
Köylüler, hikayeleri ve ayrıca şarkıları da hoşumuza giden büyük hikaye anlatıcılardı. Çeteler vb. etkenlerden dolayı güvensiz sayıldığından asla Küçük Asya'nın içlerine seyahat etmeme izin verilmedi ve ailem yurtdışına seyahat edecek kadar da zengin değillerdi. Sadece Lidya denilen ve kum tepelerinde zambakların açtığı bir deniz kıyısı tatil yerini ve lağımı pis koktuğu için annemin kaldığımız oteli değiştirdiğini hatırlıyorum. Babamın bana tertemiz bir denizde yüzmeyi öğrettiği bir deniz tatili daha vardı. Denizden korktuğum için bana karşı çok kibardı, ancak yüzmeyi kardeşlerime onları iskeledeki ipin ucundan fırlatarak öğretmişti.
Buca'da konuk ettiğimiz babamın bir iş arkadaşının Liverpool yakınında Birkenhead'teki evinde kalıyorduk. Kendisi çok büyük bir evde yalnız yaşıyordu. Muhtemelen 1922'de, bir gün, Türk Devrimi patlak verdi. Her yerde ''İzmir Yanıyor'' afişlerini gördüğümüzde korkuya kapılmıştık. Zamanla babamın dükkanının yandığı haberini aldık. Kendisi işsiz kalmış ve mahvolmuştu. Arkadaşım Winnie Mıssır Malta'ya kaçtıktan sonra bana nasıl da savaş gemisine kaçtığını ve silahlı denizcilerin kendilerine yardım ettiğini yazmıştı. Britanya Konsolosu tatildeydi ve Britanyalıların ne zaman ayrılması gerektiğine arkadaşımız Robert Urquhart karar vermişti. Kemal Atatürk'ün kuvvetleri içerilerden İzmir'e doğru önlerindeki Yunanlıları sürerek ilerliyordu. 1914-1918 savaşı sonrasında Müttefikler Yunanlıların Küçük Asya'nın bazı bölgelerini işgal etmesine karar vermişlerdi. Ailem her zaman bunun aptalca olduğunu söylemişti ve bundan dolayı Lloyd George'u suçluyorlardı ve sonunda dedikleri de çıkmıştı.
Türk güçleri İzmir'e ulaştıklarında yollarına çıkan Rumları öldürmeye başladılar ve kalanını da İzmir Kordonu'na doğru sürmeye başladılar. Yerde cansız yatan yüzlerce beden vardı. Hükümetimiz Britanyalı olanlar dışında hiç bir insanın savaş gemilerine alınmaması yönünde bir emir vermişti. Çok korkunçtu. Bob Urquhart sayesinde köyümüzden kökeni bilinmeyen ve öldürülen yaşlı bir çift dışında tüm Britanyalılar kurtarılacaktı. Büyükannem Eugenia Weber ve Halam Margaret, Alman uyruklu olduğu için arkada bırakılmış ve Buca'daki küçük evlerinde kalmışlardı. Zamanla giderek artan sayıda Rum köylü, Türklerin yaklaşmasından dolayı korkarak onlara sığınmış ve büyükannemin onları koruyacağını düşünmüştü. Türkler köye ulaştığında bir Avrupalı evi olan evin kapısına vurup para istemişler. Büyükannem kapıyı açmamış ve toplayabildiği kadar parayı toplayarak pencereden (sokaktan sekiz ayak yukarıdaydı) ellerine uzatmış. Askerler ellerini de yakalamış ve elini kesecek gibi yapmışlar ancak kesmemişler ve sonunda gülerek uzaklaşmışlar. Bir kaç gün sonra annemin arkadaşı olan ve güvenle Britanya savaş gemisine çıkan Amy Joly, Buca'da Margaret ile tek başına kalan zavallı Eugenia'yı bulmak için karaya çıkmayı ve Buca'ya gitmeyi kafasına koyacaktı. Biz çocuklar da bu cesur hareket sonrasında, kendisiyle ilgili tüm söylediklerimiz ve düşündüklerimizi değiştirecektik. Onun hep yorucu bir sohbet kutusu olduğunu düşünürdük. Britanyalıların yaşadığı başka bir köy olan Bornova'da yaşardı. Benim çok korkmuş olan ''Nenee''mi (büyükanne) buldu ve Britanyalıların parasız, kıyafetsiz ve eşyasız indirildiği Yunanistan, Malta ya da İskenderiye'ye gitmek yerine onlarla kaldı.
Amy Joly bize büyükannemin güvende ve iyi olduğunu yazdı. Ne yazık ki ne onu ne de Margaret Hala'yı bir daha görmedik. Babam Buca'daki ev dışında her şeyi kaybetmişti. Avrupalılar gittiği ve Türkler de Avrupa tarzı evleri sevmediği için evi önemli bir fiyata satamıyordu. Tahminimce en sonunda evi neredeyse hiç bir değeri olmayan bir fiyata sattı. İngiltere'de en azından bizim diğer Britanyalılardan daha fazla sayıda bavullarda kıyafetlerimiz vardı. Annem ve babam için çok zor bir durumdu. Bir ''savaş durumu'' olduğu ve kayba yol açan bir yangın olmadığı için sigorta bize bir şey ödemiyordu. Babam ''Save the Children''da bir iş buldu ve çok sonrasında da Londra-New St. Bishopsgate'te, Doğu halıları ithalatı yapan bir iş kurdu. Sonrasında aniden hükümet halı ithalatına vergi koyunca, o da sigorta şirketleri için halı tamiri yapan başka bir iş kurdu.
Dora Crowley McVittie, 1986
Buca ile ilgili kısımlar atalarimizintopraklari.com tarafından İngilizce'den Türkçe'ye çevrilmiştir.
Dora Crowley McVittie'nin yazdığı günlüğün tamamı için tıklayınız.